“Cumhuriyet, bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir. Bugün konuştuğumuz Türkçe ile düşünce üretilemez.” demiş bir bilgiç( ukala). Bir cumhuriyet karşıtı.
Neresinden ele alalım ki ? Bilgiçlik mi desem bilgisizlik mi? Karşıtlık desem yetersiz kalır. En iyisi Türkçe tutkunları , Türkçe vurgunlarının sözleriyle yanıt vereyim: Ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk, Türkçe ile ilgili düşüncelerini şu özdeyiş ile açıklamıştır.
” Dilin ulusal ve varsıl olması, ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir.Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil bilinçle işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığının korumasını bilen Türk Ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Dil, ulus olmanın en temel öğesidir. Dil birliği oluşturamamış topluluklar, ulus bilincinden yoksundurlar. Sözgelimi, Osmanlı Devleti, ulus olabilmiş miydi? Her dilden ve her dinden oluşan topluluğa ulus denebilir miydi? Sarayın kullandığı dil ile halkın konuştuğu dil aynı mıydı? Bu soruların yanıtını Cumhuriyet kazanımlarına karşı çıkanlar, bilmiyorlar mı yoksa Türkçe konuşan halka ve halk ozanlarına haksızlık mı ediyorlar? Sarayın dilini konuşan, anlayan kimseler var mı? Oysa günümüzden yaklaşık dokuz yüz yılönce yaşamış Yunus Emre’nin diliyle günümüzün dili aynı değil mi? Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu, Erzurumlu Emrah’ın diliyle Aşık Veysel’in dili arasında bir farklılık var mı? Hani kuşaklararası iletişim kopmuştu? Hani kültürel değerlerimiz yok edilmişti? ” Bir gecede tüm değerlerimizi yitirdik” diyenler, gerçek dilimizin Türkçe olduğunu bilmezler mi? Yoksa bilerek ve isteyerek devrimleri yok mu sayıyorlar?
Her ulus, kendi dilini kullanır. Araplar Arapça, İngilizler İngilizce, Fransızlar Fransızca konuşur. Türkler de Türkçe. Göktürklerin, uygurların kullandığı dil Türkçe değil miydi? Göktürk yazıtları hangi dilde yazılmıştı? Dede Korkut’un dili hangisiydi? Türklerin tarihi , salt Osmanlı’dan mı ibarettir?
Atatürk ilke ve devrimlerinin savunucusu Ruşen Eşref Ünaydın ne de güzel anlatır dilimizi, Türkçemizi.
“Buyrukların dili, yurt, kuranların dili; ülkeler gibi denizleri de şanla aşmışların dili; toprağı işleyenlerin dili; beyinleri uyandıranların dili; sevgilerin dili; sızıların dili…
Türkçe: Analarımızın dili; anadil, diller güzeli… Yerine göre kılıçtan keskin, çelikten sert, kayadan sarp, boradan hızlı, bürümcükten ince, kelebekten uçucu, çiçekten renkli, kokudan tatlı, altından parlak, sudan duru Türkçe…
Coşkunların hızını, dertlilerin iç sızısını, delikanlıların sevgisini, inanını, güleryüzlü kızların kıvraklığını, babaların öğütlerini, anaların yumuşak yürekliliğini, kızgınların öfkesini, kırgınların iniltisini, şenlerin şakasını, göklerin ıraklığını, suların canlılığını, ay ışıklarının oynaklığını, güneş parıltısının keskinliğini, iç yaşayışlarımızı da dış yaşayışımız gibi her dilden duygulu anlatan Türkçe… Bize hayatı anlatan, hayatı kendisi ile anladığımız Türkçe…
Bizi birbirimizle anlaştıran; dünya ulusları içinde bize şanlı ve belirli bir varlık veren Türkçe…”
Ne güzel , ne sıcak, ne coşkulu bir anlatım değil mi? Böylesine incelikli, böylesine duyarlı bir dilimiz varken başkalarının diline özenmek, öykünmek niye?
Tam da bu konu ile ilgili bir öykü geldi usuma:
“Çocuğu olmayan Hazreti Davut, Allah’a dua etmiş ve ’Yarabbim bana bir kız çocuğu ver, onu sana kurban edeyim’ demiş.
Dua tutmuş; Davut, kızının adını Ayşe koymuş.
Gel zaman git zaman, çocuğun kurban edileceği zaman gelmiş. Hz. Davut kızı yatırmış, tam boğazını kesip kurban edecekken Azrail gökten bir keçiyle çıkagelmiş ve ’Kızı bırak, al bu keçiyi kurban et’ demiş.
Dinleyenlerden biri dayanamamış: “Yahu bunun neresini düzelteyim.”
“Hz. Davut değil Hz. İbrahim, kız değil erkek, Ayşe değil İsmail, Azrail değil Cebrail, kurban edilen de keçi değil koç olacaktı!”
Söylenen sözün hangi birini , neresini düzeltelim? Her biri baştan aşağı yanlış olunca.
Zeki BAŞTÜRK